
Ferda Albağ: Kimsesiz
yolsuz bir yolcu için…
“Edepli ol, babanla konuşuyorsun!..”
“Sen baba mısın be?..”
Kimin kullandığını hiç merak etmediği, birbirine yabancı eşyalarla dolu, kimden kaçıp sığındığı belirsiz delikteydi. Hiçbir şey ona ait değildi, o da kimseye. Her şey üst üste geliyordu. Yarım kalmıştı yine. Kaçarken kaçırıvermişti.
Elini, şekilsiz uzamış sakalına götürdü. Gözyaşıyla ıslanmıştı, sildi.
…o olsaydı bırakmazdı pejmürde…
Yüzünü avuçlarının içine aldı. Ellerini bastırarak, kirpiklerine kadar uzamış kaşlarını dua eder gibi sıvazlayıp, seyrelmiş kafasında gezdirdi. Dudakları kilitli. Ağlamaktan kızarmış gözaklarının içinde, maviye çalan yeşil gözlerini sanki kaçırdığı her şeyi görmek ister gibi açtı. Çakırkeyif sızdığı kanepenin üzerinde gerindi. Rutubetten yer yer kararmış tavandaydı gözbebekleri.
…gözümün bebeği uyandı mı…
Kızının barut yüklü, ergen sesi kulağında uyanmış olduğunun ayırdına vardı.
…onca zaman sonra ayrı uyandı yanında uyandığını unuttuğuyla…
Derin bir nefes çekti, evin kokusu doldu ciğerlerine. Donmuş bir zamanın içindeydi.
…dağınığım…
Yüreğini bir yılan, gövdesiyle kavramış bırakmıyordu. Sıkışmıştı yalnızlığında, elini göğsüne götürdü.
Gözlerine yaşlar hücum edecekken ayaklandı; sanki hiç uyumamış, sanki hiç ağlamamış gibi. Lekeli, delik oraya asıldığı günden beri saklamak istediği her neyse onu koruyan perdelere ilişti gözleri. Herkes gitmişti, onlar oradaydı.
…kalanlar…
Hayal kırıklığını göze alamayıp, kendi gibi adalılıkla övünmekten başka çaresi olmayan eski yarenlerinden biriyleydi önceki gece. Kadeh kaldırdıkları, kal deseydi kalacağı ama kalmasını istemediği gecenin sabahıydı. Neşeliydi bu günlerde o; nedeninin ne olduğunu, ne kadar süreceğini, neden uçup gideceğini bilmediği neşesinin tadını çıkarttı. Tenhalığıyla uyanmıştı.
…eskidim eskittim eksildim…
Aklında yarım kalmış hikayeler, pencereye yöneldi. Perdeyi iki yana açtı. Ellerini beline koyup kendine ait olduğunu düşündüğü, görmekten bıktığı halde değiştirecek takati bulamadığı manzaraya baktı. Dudakları kilitli.
…yarım asır geçti gitti değiştiremedim…
Yüzü gerildi. Yüreğinde birikmiş öfkeyi bir nefesle bıraktı. Sırf orada olması gerektiği için orada olan eşyalar, onların taşıdığı kitaplar, kızının almayıp kimsesiz bıraktığı şeyler üstüne.
Tutmacını dikkatle kendine doğru çektiği kırık dökük pervazı, incitmekten korkarak açtı. Çürümüş tahtaya gömülü, paslı çivilerin zapt etmeye zorlandığı camlar titredi. Toz zerrecikleri henüz doğmamış güneşin aydınlığında nemli ışıltılar saçtı. Sabah serinliği çarptı yüzüne. Biberiye dikili küfenin içinde top olmuş uyuyan sağır, beyaz kedi onu fark etmedi; acıkmamıştı. Anakara sabah sisinin ardındaydı. Orada olduğuna dair bir emare yoktu, bilmeyen için. Uçsuz bucaksız bir okyanusta olduğu hissiyle manzarasına, birazdan dünyanın kaderini değiştirecek bir şey yapacakmış gibi bakmaktaydı. Yapmayacaktı, yapamazdı. Deniz, buz beyazı rengiyle pusun altında ışıldıyordu.
Doğuran değil, kimsesiz bırakmayan anasından yadigâr, solgun çiçekler işli örtü serili masada, ağzı açık duran; yarısı dolu, kireç bağlamış şişeyi kafasına dikti. Ferahladı. Islanan bıyıklarını, sağ elinin işaret parmağının dış yanıyla sildi. Orada olduklarını uyuduğundan beri unutmuştu. Kilitli dudaklarını ayırdı, alt dudağıyla kavrayıp bırakmaya başladı, bunu uyuyana kadar belki yüzlerce kere tekrarlayacaktı.
Demirbaşla dolu odaya dönüp bilgisayarın düğmesine bastı, mavi ekran göz kırptı, kayboldu. Kızının yalandan güldüğü yüzü belirdi maviliğin yerinde.
Viranede tıkılıp kalmıştı. Yolu olsa da yorgundu. Yağ bağlamış göbeğini sıvazladı. Dudakları kilitli.
Ekranda donmuş iki gözbebeğine takılı gözleri; açık pencereden içeri dalıveren martı çığlığıyla, alışık oldukları halde irkildiler. Başını sese çevirdi. Kedi uyanmış, gerinmekteydi. Pencere pervazına gıdısını, sırtını sürtüyordu. Kendisinin duymadığı bet sesiyle miyavladı, acıkmıştı.
…ziya… adı kaldı…
Oturduğu yerden doğrulurken elini beline götürüp kendini destekledi. Antrede, başkasının eskisi dolabın üstünden eksik etmediği mamayı aldı. Kapıyı yukarı doğru kaldırarak açtı. Kendisiyle yaşıt kapı da destek istiyordu hareket edebilmek için. Kedi içeri doğru seslenmekteydi; bet bet. Nafakasını verdiğinde, ürkek yemeye koyuldu.
…ziya gibi yetinemedi verdiğimle güvenmeyi bekledi tekinsiz…
Bilgisayarın başına oturdu, elini kumanda ettiği farenin üstüne koydu. Ekranda beliren imleci, kayıtlı çalma listelerinden birinde sabitledi. Marjen Farsad’ın, “Canım,” dediği sesi odanın kendiliğinde çınlamaya başladı. Sığındığı manzaraya baktı yine.
İlk vapur; orada olmaktan başka çare bulamayıp, bununla övünmeyi seçtiği adaya doğru yol almaktaydı, güneşin doğmaya yüz tutmuş ışıltılarını sırtlayıp. Saat olmayan evin, iki vakit göstergecinden biri olan telefon ekranında beliren “06.07” rakamlarıyla beraber, imamın sesi yankılandı yüksek duvarlarda. İçi burkuldu. Onunla ölmek isteyecek kadar seven kadının sevgisini, ne yapacağını bilmemenin gafletiyle çarçur etmişti. Kadını darmadağın edip bir daha toplamaya yeltenecek gücünün olmadığı o sabah da imamın sesi odadaydı.
…her şey burada… her şey… ya herkes…
Kadın eşyasını bir çırpıda toplamış, gelen ilk vapurla gitmişti. Geride unutup bıraktığı diş fırçası kalmıştı, bir de kedinin adı; Ziya. Hiçbir tuşla dahi ulaşamayacağı kadar uzağında olmak istediğini fark ettiğinde; donmuştu. Hayatından söküvermişti kendini. Bunu yapabileceğini ummamıştı. Ölecek kadar sevmekse aklına gelmemişti hiç. Birinin her şeyi olmak ne demekti, bilmiyordu. O, herkesin bir şeyi olmaya çalışmış, kimsenin bir şeyi olamamıştı. Kalabalık, birbirinden uzak, eksik yaşanmışlıklarıyla kalakalmıştı kendine. Hepsi kendisiydi, kendinden bile uzak olan. Kimsesizdi. Girift yalnızlığıyla baş başaydı, şikayetçi olmadığı.
Her şey, herkes buradayken de vardı ama herkes(!) yoktu artık. Çocuğu, kendi eliyle götürmüştü, yanında olmak istediğini söylediği annesine. Aldatılmıştı. Okula yeni başlamıştı, ana da olup aldatanı bir solukta hayatlarından çıkardığında; o gün bu gündür tutunduğu kimliği yerle bir olmuştu “Sen baba mısın?” diye yüzüne haykırdığında kızı. Duymayı umduğu şey değildi bu. Arada dudaklarının kilidini, bıyığını alt dudağıyla çekmek için açarken ekrana bakmaktaydı hala.
Keşkeyle zaman harcamadan yaşayıp yarım kalmış hayatlar biriktirmişti. Yolu çıkmaz, hikayesi eksik, Calvino’nun erkek okuru gibi kanatlanıp konuyordu, gerçekleştirme telaşına girişmeyeceği düşleriyle avunurken. Hiçbir şey onun istediği gibi değildi; başlarken de biterken de. Hayal kırıklığı da yoktu. Zamanın içinden geçiyordu öylece.
Vakit öğle olmuştu. Marmarabirlik, peynir, salam, yumurta dörtlüsünün kalıntıları masada, miskin oturuyordu. Doğrulmak için bir nedeni yoktu. Elinde telefon, ayı kurtarıyor, rekor üstüne rekor kırıyordu, kimsenin umursamadığı. Yol bilmez ayılar çıkmaz sokaklarda sıkışıp kalıyordu yine de onun parmaklarına güvenip. Suçlu arıyordu, kendi değildi o. Umudu yoktu ki versin. Müzik susmuştu. Kulağı televizyonda, bitmeyen futbol dedikodularındaydı. Arada, zaten sonundan hoşnut kalmayacağını bildiği kitaplardan birkaç yaprak okuyor, bırakıyordu. Yalnızlığının konforuna katlanarak.
Elinde zır zır çalan telefonun ekranında gördüğü, yarım kalmış hikayelerinden birinin ismiyle; umutsuz bıraktığı son kahramanını unutuverdi. Onun, açık yaralarına üfleyecek nefesi hiç olmamıştı. Belki, o çoktan unutmuştu kendisini. Sığındı heyecanına. Kendi gibi eksik hikayelerle avunan isme eşlik etme hevesiyle kaşıdı kanatlarını, belki havalanırdı. Kırılana dek. Kırılsın varsın, sığınacak sıcak bir delik bulurdu. Adası bereketliydi. Kilitli dudaklarını ayırdı, sessiz kalmış boğazını temizledi; “Merhaba,” günün ilk titreşimiydi bu, yabancıladı sesini.
…ya bunlar da giderse tutunacak ne kalır elimin altında tut ıssız gönül kimsesiz oyalanmalı sessizlik uzun ya sonrası yok ki an şimdi yaşa…
Doğruldu, ekranda yüzü güldüğü halde, gözleri gülmeyen kızının fotoğrafının yerine Poseidon’un bir illüstrasyonunu bulup yerleştirdi. Elinin altında, ellerinin altında olduğu duacısı çoktu. Gücünün yerine geldiği hissiyle; “Bu yakışır,” dedi. Bilgisayarında kayıtlı Derti FM radyo kanalına kondurdu imleci. Yunanca şarkıya, ıslıkla eşliğe başladı. Sofrayı toplamaya, geceye hazırlanmaya koyuldu; kendi gibi destek isteyen, eskimiş heyecanıyla.
Ağustos 2020