Öztekin Düzgün: BİR ZAMANLAR İZMİT REAL’DE
2010’lu
yıllarda
Kocaeli’nde öğrencilik yapan
yoksul öğrencilere
Bu hikâyede anlatılanlar tamamen hayal ürünüdür.
Zira hayal,
bu hikâyenin yaşanmasına yardım etmiştir.
O zamanlar uzundu saçlarım, sakallarım. Kimileri İslamcı, kimileri Komünist, kimileri berduş görüyordu bana bakınca. Kıyafetlerim bol, yırtık; sakallara rağmen çökmüş avurtlarım ve göz çukurlarımın etrafındaki karartı belli oluyordu. Bir günü bir simitle geçirdiğim de oluyordu, dana antrikotla mangal yaptığım da. Sonuçta karakterli bir hırsızdım. Sadece kendim için çalmıyordum, gittiğim bütün öğrenci evlerine ikramlarım olurdu.
Bir keresinde, sadece zenginlerin içebileceği türden olan Sri Lanka çaylarından çalmıştım. Kokusu çok hoştu fakat tadını hiç beğenmemiştik. Meğerse bizim kaçak çaylar gibiymiş. Filiz çayla karıştırmak gerekiyormuş, ne bilelim. Bu fiyaskoyu atlatmak için 30-40 tane pilli diş fırçası çalıp herkese armağan ettim. Bizim dişlerimiz de o kaliteyi hak eder sonuçta, derdim. Fakat bir süre ev arkadaşlığı yaptığım dostumla (o zamanlar ‘pirsinginen’ dolaşırdı) aynı diş fırçasını yaklaşık 5 ay kullandığımızı fark ettiğimiz gün, her ürünün benzerinden değil, çeşit çeşit çalmamız gerektiğini anlamıştım. Gariptir, ikimiz de iğrenmedik bu durumdan, günümüze devam etmiştik.
Bütün öğrenci evlerinde, bir pîr gibi karşılanırdım. İnsanlar büyük cümleler kurarak paye edinir, ben karın doyurarak sevilirdim.
Çok güzel günlerdi.
Rakı içmek istediğimiz bir gün, paralarımızı birleştirip zor bela bir 70’lik rakı alabilmiştik. Özel güvenlik aksesuarları, içki çalmamı engelliyordu. Fakat rakının yanına pahalı ve lezzetli bir balık çalmamak için hiçbir neden yoktu. Girdim ve en pahalılarından beş tane büyük balık çaldım. Marketin çıkışında çantamdan çıkarıp elimde taşımak için poşetinden kavradığım balıklara baktım ki kılçıkları alınmamış, içi temizlenmemiş. Bir sinirle içeri girip temizletip hiçbir şey yokmuş gibi çıktığımı hatırlıyorum. Bu hikâyeyi birkaç yerde anlattım ve ünüm yayılmaya başladı. Bir keresinde, Güzel Sanatlar Fakültesi’nin avlusunda çay-sigara yapmak için ziyarete gittiğim arkadaşlarım beni görür görmez kahkaha atarak bu hikâyeyi anlatmamı istemişlerdi. Hatta fakültede hakkımda çıkan kahramanlık hikâyeleri bile varmış. Edebiyatta, diyorlarmış, bir çocuk var, on tane eve bakıyor, milletin karnını doyuruyor… On ev çok tabii ama efsaneleşmek için dilden dile yayılması gereken bir hikâyede abartı olmadan olmaz.
Hırsızlık hikâyelerimin tepesi, bir kamp sandalyesi çalmaktı. Evet evet, omuza takılan sandalyelerden.
Sevgilimin ağbisinden ödünç aldığımız kamp sandalyesini, aramızdaki en zayıf arkadaşımız (hâlâ zayıf ve deyiş havalandırmasıyla bilinir) mangal yaptığımız bir sırada oturur oturmaz kırınca, parayı denkleştirip bir sandalye alamadık. Ben de markete girdim ve bir pet su ile kamp sandalyesi aldım. Kasiyere suyun parasını ödeyip omzuma taktığım sandalyeyle birlikte çıktım. Dur diyen de olmadı, soran da. Göz göre göre güzel ve büyük bir sandalye çarptım, hoştu.
Bu hırsızlıktan sonra artık çalmaktan sıkıldım. Çünkü artık heyecanlanmıyor; yakalanma korkusu hissetmiyordum. Benim için çalmak, bir memurun dairesinde yaptığı rutin işler gibiydi. İnsanların karnını doyurmak, ancak zenginlerin sofralarında bulunabilecek ürünlerle yoksul öğrencileri beslemek elbette haz veriyordu fakat artık yakalanmak istiyordum. Yakalanıp, o psikolojiyi yaşamak ve çalmayı bırakmak… Ömür boyu çalamazdım, çalarak yaşayamazdım. Her ne kadar benim yaptığım hırsızlık, sermayenin marketlerinden olsa da, her ne kadar mahalle bakkallarına değil de ulusal market zincirlerine dadansam da bunun bir sonunun olmasını istiyordum. Ya her şeyi boşlamış bir yaşam biçimi tercih edip çalarak ve sürüklenerek yaşayacaktım ya da önüme bakıp, okuyup yazacak, sisteme dâhil olacak ve bu hikâyeleri anlatacaktım. Ama lanet olsun ki yakalanamıyordum. Yakalanmak için her şeyi yapıyordum ama olmuyordu. Çalmam için bir özen gösterdiklerini düşünmeye başlamıştım artık. Belki de market müdürleri, berduş halime üzülüp beni madara etmek istemiyor ve hoş görüyordu… Tabii ki öyle değildi, yakalanınca anladım.
Artık yakalanamayacağıma kanaat getirince, bari, dedim, birilerini yetiştireyim. Bir gelenek oluşsun. Artık 4. sınıftaydım ve 4 yıldır soyduğum süpermarketin açık noktalarını alt sınıflarla paylaşıp, onlara bu işi öğretip çekilmek istiyordum. Hevesli birkaç arkadaş vardı ve biriyle markete doğru gittik. Ona, rahat olmasını ve sadece izlemesini değil, cebinde oldukça parası olan bir müşteri gibi davranmasını söyledim. Tabii market arabasını, çantalarımızın alacağı ölçüde doldurmasını da öğütledim.
Markete girdik ve 1 liramızı, birbirine bağlı olan market arabalarından en öndekinin çekme kolundaki madeni para bölmesine takıp onu yanımıza alarak özgürleştirdik. Bu, şüphe çekmemiz için alınan bir önlemdi. Çünkü marketteki kimi müşteriler, o arabalara para kaptırmamak için 1 liralarına kıyamıyor, elleri kolları ürünlerle dolu geziyorlardı. Önünde arabası olanlar, hallerinden anlaşılacağı üzere madeni paralarına kıyacak kadar zengin olanlardı. Bizim üstümüz başımız zengin görünümlü değildi ama bizi dindar gösteren sakallarımız ve paraya kıyarak önümüze çektiğimiz arabamız vardı. Dini ve parayı, burjuvaziye karşı kullanıyor; silahlarını kendimize kurşun edindiriyorduk.
Bir bilinçaltı çalışmasıdır hırsızlık. Detayları vardır. Robin Hoodlar bilir. Ben de yapa yapa keşfetmiştim.
Yavaş hareketlerle koca marketi dolaştık ve canımız ne çektiyse aldık. Şimdi aldıklarımızı çantamıza saklama zamanıydı. Bunun için en güzel yer, peçetelerin ve tuvalet kâğıtlarının olduğu reyondu. Hem kameraların görüşünü engelliyor hem de diğer reyonlara göre tenha oluyordu. Arabamızı bu reyona çektik ve karşılıklı, arabanın önüne ve arkasına geçtik. Ben arkadaşımın arkasını kolluyordum, o da benim arkamı. Kimse yokken, aldığımız ürünleri birer birer çantaya dolduracaktık. Arkadaşım, aldığımız 2,5 lt’lik kolayı da çantaya yerleştirmeye çalışırken ona engel oldum. Çünkü yükte ağır, pahada hafif olan birkaç ürüne para vererek kasadan çıkacaktık. Müşteri olduğumuzu göstermek ve kola, cips gibi ürünleri alıp sahilde takılacakmışız gibi bir görüntü vermemiz fena olmazdı bu yaz aylarında. Hırsızlıktan evvel, arkadaşıma anlatmayı unuttuğum kimi detaylardan biri de buydu.
Çantalarımızı doldurduktan sonra sırtımıza taktık. Kola, cips ve karton bardakların ücretini ödeyerek kasadan çıktık. Yıllardır yaptığım bu hırsızlıkların en heyecan verici yanı, o kasadan çıkarken fotosellerin ötüp ötmeyeceğini beklerken yaşadığım tedirginlikti. Her seferinde ötmüyordu ve bu barkod sisteminin sorgulanması gerekiyor, diye söyleniyordum. Yine ötmedi. Rahatladık ve yolumuza koyulurken arkamızdan bir güvenlik görevlisinin bize seslendiğini duyduk:
Gençler, gelin hele!
Gelelim ağbi…
Kapıdan, marketin içine doğru giden ve güvenlik odasına çıkan o yol, ömrümün en uzun, ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk… Şaka şaka, silahlarım hazırdı. Sadece, yanımdaki arkadaşa hırsızlık yapmayı öğreteyim derken yakalanmış olmamıza ve bu geleneğin oluşmasında büyük bir engelin belirmesine üzülüyordum. Arkadaşıma, sakin ol, bana bırak, dedim. Tedirgindi. Susmasını öğütledim.
İçeri girdik. Yıllarca yaptığım hırsızlıklardan önce, eğer yakalanırsam nasıl bir dil tutturacağımı hesap eder ve bu çatışmadan galip ayrılan bir düşünsel evren kurmadan hareket etmezdim. Her şeyi planlamıştım. Hem de çok önceden.
Güvenlik müdürü, sizi buraya neden çağırdığımızı biliyorsunuz dimi, dedi.
Biliyoruz, dedim ve çantayı açtım.
Ürünleri çantadan çıkarırken bağırmaya başladı. Ulan bari ucuzlarından alın, hiç utanmıyor musunuz ile başlayan ve başarılı bir iz sürücü izlenimi veren tiradını attı. Sakince dinledim ve,
Neden bağırıyorsun ki, senin mi malını çaldık dedim.
Benim ekmek yediğim yerin malını çaldınız dedi.
Evet ama bizi yakalamasaydın, o ekmeği yemeyecek miydin?
Ne diyon oğlum sen diyerek üzerime yürüdü. Ayağa kalktım ve orda dur diye bağırdım. Sen ekmek yerken, biz açtık. Patronun ise adını bile bilmeyeceğin içecekler ve yiyeceklerle havuz başlarında günü gün ediyordur! Seni adam yerine koymayan birinin üç kuruşluk malları için fakir öğrencilere bağırmak keyif mi veriyor sana? Yokluğu bilir misin? Ya açlığı? İnsan neden hırsızlık yapar, hiç düşündün mü türünden, etkileyici olduğunu Ertan Ağbi’nin gözlerinden anladığım cümleler kurdum. Sessizlik oldu.
Peki neden en pahalılarını aldınız dedi Ertan Ağbi.
Biz de hak etmez miyiz abi güzel bir peynir yemeyi, güzel bir çay içmeyi… Hepimizin birbiri kadar yeri vardır bu dünyada da öteki dünyada da…
Yine sessizlik oldu.
Eee, ne yapacağız peki şimdi? Bunların parasını vermeniz lazım.
Tamam abi dedim, ama şimdi değil, ayın 7’sinde. Yani bir hafta sonra.
Köpürdü, olmaz, dedi. Neden ayın 7’si?
Ağbi dedim, sen beni görüyorsun ama ben 5 eve bakıyorum. Ayın 7’sinde öğrenim kredilerimiz yatıyor. Parayı toplayıp getiririm.
Olmaz, dedi ama bastıramadı. Polise gidemezdi. Çünkü daha evvel buna benzer vakalar olmuştu ülkede ve basına yansımıştı. Öğrencilerin üzerine giden marketlerin satışları azalmıştı. Laf arasında bu durumu bildiğimi de hissettirmiştim. Kurumsal firmaların bu topa çıkmayacağını biliyordum.
Ertan Ağbi telefonumu aldı, kendi numarasını da bana verdi. Ona 260 lira getirecektim ayın 7’sinde. O zamanlar 260 lira iyi paraydı. Öğrenim kredisi, yanılmıyorsam 200 liraydı.
Ayın 7’sinden evvel arkadaşlar sağ olsunlar, hakikaten parayı topladılar. Fakat 1 farkla. 4 katı para toplandı. Çünkü yakalandığımız günün ertesi, Ertan Ağbi’nin ekibi 5 adet hırsızlık videomu çıkarmış. 5 katı para istiyorlardı. Ertan Ağbi 1 videoyu silmeyi başarmış ve 4 katını getirip onu bu yükten kurtarmamı rica etmişti. Çünkü müdürü, bizi saldığı için ona sağlam bir fırça kaymıştı.
4 katı parayla gittim. (Paranın büyük kısmını, tam o zaman işe giren ve ilk maaşını alan ağız kardeşim vermişti.) Ertan Ağbi, videolarımı gösterdi. Hepsinde kabak gibi görünüyorum. Fakat aslında benim, hiç yoksa 200 videom vardı ama ancak bunları teşhis edebilmişler.
Ağbi dedim, sırf senin için geldim. Şu çakallara mahcup olma diye getirdim parayı. Kaçabilirdim ama halden anlayan biriyim ben.
Sağ ol kardeş dedi. Bak ne güzel konuşuyorsun. Yarın elin ekmek de tutar, bırak bu işleri dedi.
Bu sondu dedim, terk ediyorum bu şehri.
Ne zaman?
Şimdi. Buradan çıkıp Ankara’ya gideceğim, yüksek lisans başvurusuna…
Bir dakika istedi ve yanımdan ayrıldı. Benden aldığı parayı verdiği kasiyerin yanına gitti ve geldi. 30 lira uzattı.
Hayırdır ağbi dedim.
Yol paran bizden olsun dedi. Kendince bana yardımcı oluyordu. Kırmadım, parayı aldım ve teşekkür ettim.
Ertan Ağbi ile hâlâ bayramlarda, kandillerde mesajlaşırız.