Koreeda ile tanışmamıza vesile olan Wandafuru Raifu (Yaşamdan Sonra) en sevdiğimiz filmlerden oldu. Uzun bir hatırlama seansı sayılabilecek film yaşam ve ölüme dair çok güzel bir noktadan bakarken, anıların gücünü de işaret eden bir yapıya sahip. Fantastik tonu da yabana atılacak gibi değil.
Yves Montand’ın başrolünde oynadığı I… Comme Icare (İkarusun İ.’si) tansiyonu yüksek bir politik gerilim. Başından sonuna dek soluksuz izlediğimiz film oldukça sinir bozucu bir hissiyat bıraksa da özellikle deney sekansıyla hafızamıza kazındı.
Karel Zeman’dan izlediğimiz ilk film Vynalez Zkazy (Ölümcül İcat) Jules Verne dünyasını odağa alan, görsel dünyasıyla büyülendiğimiz bir yapım oldu. Hemen hemen her karesinden etkilenmek mümkün.
Bu yıl içinde kaybettiğimiz Christopher Plummer’ın dehşet verici karakterinde harika bir performans sunduğu Silent Partner (Sessiz Ortak) sade fakat oldukça iz bırakabilecek bir film… Yarattığı gerilim hissi bir süre peşimizi bırakmadı.
Sinema tarihini detaylı sayılabilecek bir bakışla aktaran The Story of Film: An Odyssey (Bir Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk) pek çok döneme dahil olmamızı, farklı oyuncuları, yönetmenleri ve filmleri tanımamızı sağladı. Sinema tarihine başlangıç için ideal.
En sevdiğimiz, bağ kurduğumuz ve çocukluğumuzun yansıması olan Robin Williams belgeseli Come Inside My Mind bizim açımızdan zor bir izleme deneyimi sundu. Yine de sanatçının yaşamına tanıklık etmek, Williams’ı biraz daha yakından tanımak için kaçırılmaz bir fırsat.
Yetmişlerin gizemli müzisyeni Rodriguez’in peşine düşen nefis bir belgesel olan Searching For Sugar Man (Bir Şarkının Peşinde) hem mit yaratmasıyla hem de yarattığı mitle oynamasıyla farklı bir noktada duruyor.
Orson Welles’in anlatıcı performansının büyüsüyle bayıldığımız belgesel F For Fake (Hakikatler ve Düzmeceler) hikâye anlatıcılığıyla öne çıkan, sahteciliği, yalanları özellikle sanat dünyasında irdeleyen defalarca izlenebilecek bir yapım.
Bizim için Coppola başyapıtları arasına giren The Conversation (Sessiz Takip) kurduğu paranoya anlatısı ve Gene Hackman unutulmaz performansıyla başucu filmlerimizden oldu.
Atıf Yılmaz filmografisi birbirinden değerli pek çok filmle dolu… Bir Yudum Sevgi de bunlardan biri. Filmdeki herkesin kanlı canlı karakterlere dönüştüğü, ana karakterlerinden Aygül’ün yeniden bir hayat kurabilme mücadelesini anlatan, senaryosunda Latife Tekin’in de imzasının olduğu kalbe işleyen bir yapım.
Spencer Tracy’i her filmiyle daha da fazla seviyoruz. Bad Day at Black Rock (Zafer Madalyası) da tıpkı Fury (Öfke) filmi gibi sinir bozucu bir etki yarattı. Fury linç kültürüne dairken, Bad Day at Black Rock da üstü örtülen, sessiz kalınan bir suça ve bunun bir kasaba tarafından kabullenilmesine dair hikâyesiyle parlıyor.
F. W. Murnau’nun 1924 tarihli filmi Der Letzte Mann (Son Adam) hikâyesiyle, anlatımıyla zamanının çok çok ötesinde bir film. Hiç ara yazı olmadan hikâyesini başarıyla aktaran bu sessiz filmde Max Hiller’in iç acıtan performansı da filmi üst seviyeye çıkarmış. Sinemanın ne olabileceğine dair verilebilecek cevaplardan biri!
Yılmaz Güney’in daha sık anılan filmleri dışında izlediğimiz ilk filmi Ağıt oldu. Film, Güney’in yönetmenlik maharetlerinin oldukça öne çıktığı bir yapım. Hikâye anlatımı, atmosfer yaratımı harika. Sadece unutulması mümkün olmayan Zahit Bizi Tan Eyleme bölümü için bile izlenir.
Sert bir büyüme hikâyesi anlatan De Bruit et de Fureur (Ses ve Öfke) akıldan çıkmayacak sahneleri, şok edici hikâyesiyle, zaman zaman düşle-gerçekliği iç içe geçiren yapısıyla, en çok da sözünü sakınmamasıyla insanı darmaduman edebilecek bir yapım.
Süresi nedeniyle uzun zamandır beklettiğimiz ve yine iyi filmde uzun süre diye bir şeyin olmayabileceğini kanıtlayan Sergio Leone westerni C’era Una Volta il West (Bir Zamanlar Batıda) hikâye anlatımındaki eşsiz ritmiyle, karakterleriyle, oyunculuklarıyla; kısacası her unsuruyla aşılması fazla mümkün olmayacak bir sinema keyfi uyandırıyor.
Bu yıl izleyip de belki de asla etkisinden çıkamayacağımız film Ben Hopkins imzalı Hasret oldu. İstanbul’un binbir yüzünü gözler önüne seren film, efsanelerden, masallardan beslenen, gerektiğinde hayaletlerin, mitlerin peşinden sürüklenmemizi sağlayan, kimi zaman kurmaca ile gerçeklik sınırlarında gezinen, her sene en az bir defa izleyeceğimiz bir film haline geldi.
Sinemaya dönüş filmimiz olan Dune uzun süresini asla yansıtmayan, yüksek bütçesinin hakkını veren, unutulmaz sahnelere sahip bir filmdi. Sinemaya böylesi bir filmle dönmenin yarattığı etki dahi yeterli!